Sarmaşık halinde uzayan fikirlerin
uçsuz bucaksız yerlere dadandığı günlerden biriydi. Ne
düşünceler masumdu ne insanlar suçluydu. Cennet ile cehennemin
arasında kalmıştık bir nevi. Ceza- ödül çelişkisi yaşamla
ölüm arasında gidip geliyordu. Her birinin kalp atışı farklıydı
çünkü hayatlar aynı derecede acı çekmezdi. Peki insanlar o
hayatların içinde ne kadar büyük role sahiplerdi ?
Bir annenin oğluna olan söz hakkı,
bir şeytanın erkeğinde olan söz hakkı... O hakkın seviyesinde
bir güce sahip miydik kendi hayatlarımızda ? Sanırım değildik ;
karakterleri biz yaratmıyorduk. Karakterler hayata aniden gelen
dönemlik yaratıklardı . Ve biz uzun süre ayakta kalmaya çalışarak
onlarla kanlı bir çatışma içerisine girmeyi seçmiştik.
Karakterler de ağlardı hayatın sahipleri de . Bu savaşta tek
taraf kazanmıyordu; günlük galibiyetler şarap niyetine içiliyordu
kana kana.
Günlük hayatların ekseninde
dengesizliğe bağımlı bir ömre sahip olmuştuk. Ve ömre değer
biçip satmak için çok geçti ondan vazgeçmenin tek yolu kesip
atmaktı. Kesip atmanın tek yolu savaşa savaşa kaybetmek yada
kazanmaktı.
Ve sonrasında ne olacaktı ?
Kaybettikten sonra dinlenmeye mi çekilecektik yahut kazandıktan
sonra kutlama mı yapacaktık ? Tabi ki hayır tekrar bir savaşın
içinde bulacaktık kendimizi. Kaybettiysek intikam savaşı ,
kazandıysak boşluk savaşı. Yani rahat batan insanoğlunun topu
topu kendi bokluğunu yaratmasıydı hikaye. Aslında hiç yoktu
hikaye çünkü yazan biz değildik, karakterler geçici hayatın
sahibi ölümlüydü. Karakter geçti gitti, sahip yaşlı bir ağacın
altında ölü bulundu , söz hakkıysa kimindi hala soru işareti
olarak kaldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder